Belki bütün dünyada, insan toplumlarındaki
gelişmeyi, en başta bilimin evrimini kavramamış kişilerin sanırım sıkça dile getirdikleri bir soru var:
"Bilim her şeyi biliyor mu?" Sorunun soruluş biçimindeki
yanlışlığı bir yana bırakırsak, gerçekten bilim adamları arasında
böyle bir soruya "evet" yanıtını verecek kimsenin bulunamayacağı,
bulunmaması gerektiği kanısındayım. Bilim etkinliği aracılığı ile
yapılanlar, bir açıdan bilinenden bilinmeyene doğru yol almak ise,
bu sorunun anlamsızlığı açık olacaktır. Bilimsel yollarla
dünyadaki her şeyi biliyor durumda olsak, etkinliği yürütmenin
olanağı ve amacı kalır mıydı?
Ayrıca, her etkinlik gibi bilimin de kendi
amacı ile ilgili ve değişik etmenlerden kaynaklanan sınırları
olacaktır. Ancak konumuzla ilgili olan bir başka nokta bizi burada
daha çok ilgilendirebilir. Felsefede yeni olguculuğa ve bilimde
ussallığa ilkece karşı çıkan geleneksel felsefeciler, felsefe
tarihçileri, bilim tarihçileri, bilim etkinliğinde şimdiden çok
geleceğe yönelik şu noktayı sık olarak belirtmektedirler: Yeni
olgucuların bilim etkinliğinin bir gün olgularla ilgili tüm
bilinmezleri ortaya koyacağı gibi açık ya da örtük biçimde dile
getirilmiş bir temel savları vardır. Oysa bilim tarihi bize
gösteriyor ki bu etkinlik (onun belli bir dalındaki) kuramların,
kavramsal çerçevelerin bilimsel devrimler yoluyla kökten değişmesi
ve olgusal dünyaya yeni yaklaşımların ışığında bakılması ile
gelişmektedir. O zaman da, bugünün "bilinenleri", yarının
"yanlışları" olacaklardır. Böyle bir sav, başka alanlarda olduğu
gibi bilimde de evrimsel gelişmenin gözden kaçırılmasının doğal
bir sonucu ve yanlış bir yorumdur. Viyana Çevresi'ndeki yeni
olgucu felsefecilerin ve bilim adamlarının, bilimin dünyadaki tüm
olguları tüketici bir biçimde açıklayabileceği gibi abartmalı bir
saptamayı gerçekten yapıp yapmadıklarını burada bir yana
bırakabiliriz. Bizim için ilkece önemli olan noktalar şunlardır.
Bir kez, bilimsel devrimler de bilimin genel evrimsel akışının
içinde yer almaktadırlar, onun dışında değil. İkinci olarak,
Avrupa'da Yeniden Doğuşla başlayan yeni bilim anlayışı ve onun
yürütülüşü, dayanaksız savlardan olabildiğince uzak kalıp
varsayım, genellemeler, (dolaylı da olsa) kuramlar ile olgular
arasında matematiksel ve kavramsal uyumu gündeme getirmiştir.
Bu, bilimin evriminde bir dönüşüm ya da öte değişimdir;
etkinliğin iç gelişmesinin çizgisini aşan olağanüstü dış ya da
toplumsal etmenler söz konusu olmadıkça bundan artık geriye dönüş
yoktur. Burada üçüncüsü, gerek nitelik gerekse nicelik açısından
dünyadaki ve evrendeki olguların varsıllığı öylesine büyüktür ki
bilimin bunları açıklama yoluyla tüketebileceğini inanmak ne
felsefî ne de bir başka açıdan gerçekçilikle bağdaşmaz.
Çağımızın önde gelen felsefecilerinden Bertrand
Russell'ın, "bilim bildiklerimizdir, felsefe ise bilmediklerimiz"
gibi bir savı vardır. Burada tartışılanlar, bu çok çarpıcı sözde
doğruluk payının neredeyse hiç bulunmadığını ortaya koyuyor
olmalı. Gördük ki, bilim yalnızca bildiklerimizden oluşmamaktadır.
Felsefe de gerçekte bilgi üretebilmiş, üretebilecek bir alan
olmadığından onda ne bildiklerimizden ne de bilmediklerimizden söz
edebiliriz. Felsefe, bilime ve bilgiye kavramsal düzeyde dışardan
bakan bir üst etkinliktir. Gerçekte bu iki etkinlik birbirinin
"rakibi" değil bütünleyicisidirler.
Geleneksel felsefeciler ve felsefe tarihçileri,
(gerçekte bir kavram olarak tanışık olmadıkları) felsefe evrimini
genelde "büyük filozoflar geçidi" biçiminde görmek
eğilimindedirler. Felsefeye ve gelişimine kökten eleştirel bir
gözle bakmak, bu geçidin içinde "bilmiyorum" diyememiş olan
"büyük" felsefecilerin çoğunluğu oluşturduğunu sanıyorum kolayca
gösterecektir.
(Aşağıdaki kaynağın ilgili bölümlerinin gözden
geçirilmesi, bu yazıda savunulan görüşlerin en azından bir bölümü
konusunda daha başka ipuçları verebilir: