Bilim tarihinde yepyeni yapraklar
açmış deneyler vardır. Bunların çoğu, karmaşık laboratuvar düzeneklerine
gerek duyulmadan gerçekleştirilmiştir. Bazı ünlü deneylerin "tarif"lerine,
ilkokul fenbilgisi kitaplarında bile rastlayabiliyoruz. Kimilerini,
evimizde bulabileceğimiz basit gereçlerle yinelemek işten bile değil.
Sözgelimi, Galileo'nun serbest düşme deneyini yapmak için, kütleleri
farklı herhangi iki nesneyi yere bırakmak yeterli. Böyleyken, bu deneyleri
ilk kez akıl edip uygulayan beyinlere hayran kalmamak; dahası, yüzyıllar
boyunca, böylesine basit deneylerle çürütülebilecek fikirlere bağlı
yaşayanlara şaşmamak elde değil... Bu gibi deneylerin birdenbire
gerçekleştirilmediklerini, bir çığ gibi büyüyen tarihsel bir ön hazırlık
ve hummalı beyin jimnastikleri sonucunda ortaya çıktıklarını kabul
edebiliriz. Acaba, tüm bu birikimden yola çıkılarak, bazı bilimsel
devrimler, keskin mantıksal çıkarsamalarla, deney bile yapmaya gerek
duymadan gerçekleştirilebilir miydi? Bu soruya kesinlikle "evet" yanıtı
verebiliyoruz. İnsan aklından başka bir düzeneğe gereksinim duymayan
"düşünce deneyleri", düş gücü ve yaratıcılığın en güzel örnekleriyle dolu
uçsuz bucaksız bir hareket alanı sunuyor. Bu alan, Maxwell'in Cini,
Schrödinger'in Kedisi, Einstein-Podolsky-Rosen'in Alice ve Bob'u gibi
düşsel yaratıkların cirit attıkları, bir fotona binip ışık hızıyla
gidebildiğimiz, ya da, evrenin sınırlarına mızrak atabildiğimiz bir
dünyanın görebildiğimiz bölümü...
GALİLEO GALİLEİ'nin 1590'larda Pisa
kulesinden bir top güllesi ve bir misket bırakarak yaptığı savlanan ünlü
serbest düşme deneyi çoğu fenbilgisi ders kitabında ayrıntılarıyla
betimlenir. Anlatılanlara göre, bununla, ağırlıklarına bakılmaksızın tüm
nesnelerin, eş yükseklikten bırakıldıklarında, yere aynı anda vardıkları
kanıtlanmıştı. Gel gelelim, bu ve benzeri, çok basit gibi görünen
deneylerde, uygulamada beklenen sonucu almak çok kez mümkün olmaz.
Yeterince duyarlı ölçüm yapmanın güçlüğü bir yana, deneye karışan çok
sayıdaki önceden öngörülebilir ya da beklenmedik etmen işleri güçleştirir.
Aslına bakarsanız, Galileo'nun kendisinin böyle bir deney
gerçekleştirdiğini tarihçiler doğrulamıyor. Galileo'nun yaşadığı dönemde,
Aristoteles'in savunduğu, "nesnelerin ağırlıklarıyla doğru orantılı
sürelerde düşecekleri" savı, bilim adamlarınca çoktan yalanlanmıştı.
Nitekim bunu göstermek için, yüksek duvarlardan, kilise kulelerinden
defalarca büyüklü küçüklü ağırlıklar bırakılmıştı. Ancak, Aristo'nun
bilimsel konulardaki kolay kolay tartışılamayacak otoritesi, apaçık
gerçeklerin bile görmezden gelinmesine yol açabilecek kadar
güçlüydü. Galileo, bu
tartışmaya, gerçekten de kendinden öncekilere göre üstün bir yaklaşım
getirmişti. Ne var ki, bu son noktayı, Pisa kulesinde yaptığı bir deneyle
değil, ünlü kitabı Söylevler'de dile getirdiği eşsiz bir düşünce deneyiyle
koymuştu. Gerçek deneyler, düşünce deneylerine göre daha çok saygı
uyandıragelmişlerdir. Böyle olduğundan, hâlâ yaygın olarak Pisa kulesi
deneyine gönderme yapılıyor. Bunu yine de hoş görmeli. Ne de olsa, kâğıt
parçası, kuş tüyü gibi bazı hafif nesnelerin hava direnci yüzünden yavaş
düştüğünü herkes fark etmiştir. Bu duruma ilişkin deneyimlerimizin kayıtlı
olduğu beynimiz, günümüzde bile, Galileo'nun dile getirdiğinin aksini daha
akla yakın kabul eder. Asıl deney şöyleydi: Elimizde hafif bir misket ve ağır bir top
güllesi olduğunu düşünelim. Eski görüşe göre, misket yavaş, gülleyse hızlı
düşmeye eğilimlidir. Üçüncü ve daha ağır bir nesnemiz olsaydı, bu
ikisinden de daha hızlı düşecekti... Şimdi, misket ve gülleyi,
yüzeylerindeki bir noktadan birbirlerine kaynattığımızı varsayalım. Bir
bakış açısından, diyelim ki üçüncü ve daha ağır bir nesne elde ettik.
Başta da kabul ettiğimiz gibi, bu yeni nesne, bileşenlerinin her birinden
daha hızlı düşmeli. Oysa, bir başka yaklaşımla, üçüncü nesnemizi misket
yavaşlatıyor, gülle hızlandırıyor olmalı. Böylece, bileşik kütle iki
bileşenin bağımsız düşme hızlarının arasında bir hızla düşecektir. Bu
durumda bir çelişkiyle karşı karşıya olduğumuz apaçık ortada. Bu çelişkiyi
ortadan kaldırmanın tek yoluysa, tüm nesnelerin aynı hızla düşeceklerini
kabullenmek. Galileo, bir
olguyu bilimsel açıdan incelerken, ortamdaki etmenlerden yalnızca birini
aynı anda hesaba katıyordu. Sözgelimi, serbest düşüşle ilgili zihin
jimnastiklerinde, hava direncini yok sayıyordu. Bu, var olan tüm
etmenlerin aynı anda dikkate alınmasını gerektiren Aristo'cu anlayışa
aykırıydı. Üstelik Aristo, daha da ileriye gidiyor, boşlukta hareketin
olanaksızlığını savlıyordu.
Düşünce Deneylerinin
Sınırlarını Çizmek
Vakum pompası Galileo öldükten ancak 12 yıl sonra bulunabilmişti.
Bu nedenle Galileo'nun, hava direncini gerçekten de ortamdan çıkararak
serbest düşüş deneyleri yapma olanağı yoktu. Deneylerinde, hava direncini
olabildiğince etkisiz kılmak için, iyice parlatılmış, ağır, metal küreler
kullanıyordu. Mutlak vakumda "gerçekleştirebildiği" yegane deneyleriyse,
düşünce deneyleri oldu.
Galileo'nun, bilimsel çalışmalarında kullandığı "düzgün doğru",
"havasızlık" gibi kabulleri, bugün neredeyse onsuz yapılamayan, fizikteki
"idealleştirme" alışkanlığının başlangıç adımlarındandı. İdealleştirme,
hareket denklemleri ve başka pek çok formülün doğayı anlamakta
kullanılmasını sağlıyor. İdealleştirme sayesinde, karmaşık doğa
olaylarını, sorularımızı dikkatle tanımlayıp, olgularımızı yalıtıp,
sınırlarımızı çizerek, matematikle sorgulayabiliyoruz. Başarılı düşünce
deneylerinin sırtlarını dayadıkları en önemli bilimsel uslamlama yöntemi
de gerçekte idealleştirmeden başka bir şey değil.
Galileo'nun örneklediği gibi, salt düşünceyle de
fen bilimlerinin alışıldık deneylerinin benzerleri gerçekleştirilebiliyor.
Ne var ki, gerçek deneylerin tanım ve sınırları pek az tartışmaya yer
bırakacak biçimde yapılabiliyor; oysa, adının konuşunun üzerinden daha yüz
yıl bile geçmemiş olan "düşünce deneyleri", sözlüklerde de doğru dürüst
yer alabilmiş değil. Düşünce deneyleri konusundaki, Aklın Laboratuvarı
adlı kitabın yazarı düşünür James Robert Brown, "Düşünce deneyleri aklın
laboratuvarında gerçekleştirilirler. Bu eğretilemenin ötesine geçip,
bunların tam olarak neyin nesi olduklarını söyleyebilmekse olanaksızdır"
diyerek, düşünce deneylerinin üzerinde anlaşılmış bir tanımı olamayacağını
savlıyor. Ünlü düşünür ve yazar Douglas Hofstadter de, "Ne denli dizgesel
bir biçimde hazırlanmış olurlarsa olsunlar, sadece ve sadece soyut
düşünceleri et ve kemiğe büründürme amacıyla kullanılırlar. Bu süreçte,
kanıtlama, ikna ve pedagojinin sınırlarını belirlemek bile olanaksızdır."
diyor. Bu sözleriyle, uzlaşılmış bir tanımın gelecekte de ortaya
çıkmayacağını savunuyor.
Tüm düşünürler bu denli karamsar değil elbette. Düşünce Deneyleri
adlı bir kitabı da olan, New York Üniversitesi'nden felsefe doktoru Roy
Sorensen, ayakları yere basıyormuş gibi görünen bir tanım önermiş. O,
düşünce deneylerini, "gerçekleştirilmeden de sonuç verebilen sıradan
deneyler" olarak görüyor. Tek başına bu tanımı esas alacak olursak,
düşünce deneyleri için ayrı bir yöntembilim araştırmasına girişmek ya da
geçerliklerini tartışmaya kalkışmak bile gereksizdir. Ne de olsa, düşünce
deneylerinin yöntemi gerçek deneylerin yöntemidir, ortaya koydukları
sonuçlar da gerçek deneylerin sonuçları kadar güvenilirdir. Ancak bu,
madalyonun sadece bir yüzü. Aslına bakarsanız, Sorensen de düşünce
deneylerinin güvenilirliğini savunurken sakınımlı davranıyor. Tarihten
verdiği bir örneğe göz atalım:
Ortaçağ bilimcileri, Aristoteles'in diğer yasalarına inandıkları
gibi, mutlak boşluğun olanaksızlığına da kesenkes inanıyorlardı. Birileri
çıkıp da basit bir düşünce deneyi ortaya atıncaya değin tamamen
boşaltılmış bir hacim elde edilip edilemeyeceği, tartışmaya bile değer
görülmüyordu. Önerilen düşünce deneyine göre, bir kavanozu ağzına kadar
sıcak suyla doldurup çetin bir kış gecesi dışarıda bırakıyordunuz. Deneyi
önerenlerin savına göre, su soğuyup donduğunda büzüşecek ve arta kalan
hacim boşlık olacaktı.
Gelenekçi kanattan hemen karşı tezler yağdı: Söz konusu hacmin su
buharıyla dolacağını söyleyenler; suyun donmayacağını ya da kavanozun
patlayacağını savunanlar... Buna karşılık olarak da, küresel bir metal kap
kullanmayı önerenler, soğuk bir kış gecesinin soğundan daha düşük
sıcaklıkları tartışmaya açanlar çıktı. Tartışma yıllarca sürüp gitti ve
iki taraf, düşünce deneylerinin sınırları içinde kalarak birbirinden çetin
eleştiriler ve savunmalar geliştirdiler. Bu ateşli tartışmalar sürüp
giderken her nasılsa iki kanattan da, suyun donarken genişlediği gerçeğini
keşfedip açıklayacak birisi çıkmadı.
Gerçeklikle bu denli çelişebilen deney
tasarımlarının bile inançla savunulmasına olanak verdiğinden olsa gerek,
çoğu düşünür, düşünce deneylerini salt birer "retorik" örneği olarak
tartışıyor. Bu çalışmalarda irdelenen, anlatanın, dinleyene, aslında kendi
başına uydurduğu, kurgusal bir durumu, nasıl olup da sanki bir
gerçeklikmiş gibi sunduğu sorusudur. Düşünce deneyleri, tartışmalı bir
konuda, karşıt tarafların birbirlerini inandırma taktiklerinden başka
birşey değilmişçesine incelenir. Örneğin, Steinem, düşünce deneylerini,
"bir başkasının pabuçlarıyla, bir mil yol katetmek" olarak
tanımlıyor.
Düşünce Deneyleri ve
Deneyci Düşünüş
"Düşünce deneyi" kavramını dile ilk kazandıran kişi Avusturya'lı
fizikçi ve felsefeci Ernst Mach olmuştu. Kullandığı Almanca sözcük
"Gedankenexperiment" oturmuş bir terim olarak, farklı anadillere sahip pek
çok düşünürce hâlâ sıklıkla yeğleniyor. Bununla birlikte, "düşünce deneyi"
kavramını hiç kullanmadan aynı şeyden bahsedenler de var: "Tartışmalı
durumlar üzerine sezgisel çıkarsamalar", vb... Mach, bu kavramı ilk kez
kullanan kişi olmakla kalmamış, 1900'lerin başlarında, düşünce deneyleri
alanında yaptığı öncü yayınlarla, bugüne kadar süregelen bir tartışmayı da
başlatmıştı. Mach'ın
ateşli bir deneycilik (empirisizm) savunucusu olması bu konuda
çalışanların daha başından iki uzlaşmaz kampa bölünmesini ve tartışmaların
tıkanıp kalmasını da önledi belki de. Mach, usçu (rasyonalist) akıma bağlı
bir düşünür olsaydı, düşünce deneylerini kuramlara bağlama çabası, egemen
deneyci akımca kolayca görmezden gelinebilirdi. Oysa Mach, daha en baştan,
düşünce deneylerinin deneycilikle ters düşmediğini, fen bilimlerinin en
geleneksel çalışma yöntemleriyle bile iç içe kullanılmasının yerinde
olacağını savunarak işe girişmişti.
Mach'a göre düşünce deneyleri, eski deneyimlerin
yaratıcı biçimde yeniden düzenlenmesinden başka bir şey değiller. Bunlar,
deneycilikle çatışmak bir yana, bunun bir uzantısı olarak görülmelidir.
Mach'a göre tartışılmayacak kadar açık olan bu yaklaşım, diğer deneyciler
için kolay yutulur lokma değildi. John Locke'un izinden gidenler, dünya
hakkında bildiklerimizin tümünün deneyimlerle edinildiği görüşüne
bağlıydılar. Onlara göre, tartışmalı bir olay ancak gözlem ya da deneyle
sonuca bağlanabilirdi. Bu kurala uymayan her şey, bilinemezlik ya da
anlamsızlık damgasını hak ediyordu.
Mach, sarsılmaz deneyci kimliğiyle, düşünce
deneylerine biçtiği değeri nasıl olup da bir potada eritebildiğine sağlam
bir bilimsel açıklama arıyordu. Aradığı açıklamayı, Darwin'ci evrim
kuramının bir yorumuyla temellendirdi. Mach'a göre, biyoloji, bizi iç
dünyamızla gerçekliği uzlaştırmaya zorluyor. Ona göre, düşünceleri dış
dünyayla ters düşenler, doğal seçilimce yok olmaya zorlanırlar. Bunun
için, düş dünyamızın ürettikleriyle gerçeklik şu ya da bu şekilde
kendiliğinden denk düşmek zorunda...
Örneğin de gösterdiği gibi, Mach, bir yandan
düşünce deneylerini savunan, en çok göze çarpan düşünürdü. Ancak, bir
yandan da üyesi olduğu deneyci geleneğe ters düşmekten kaçınıyordu. Bunun
bir yansıması olarak, sırf düşüncede gerçekleşmiş bir deneyin gerçek bir
deney kadar güvenilir sayılamaycağını sıklıkla dile getirmişti. Bir
yazısında, Simon Stevin'in zincir deneyiyle, yani, düşünce deneylerinin en
saygın örneklerinden biriyle ilgili kuşkularından
bahsediyordu. Mach'a
göre, Stevin'in deneyinde bir aksaklık vardı. Stevin, zincirin sonsuza
kadar dönemeyeceği daha akla yakın bulurken, sırtını, bugün termodinamiğin
ikinci yasası olarak tanıdığımız gerçeğe dayıyordu. Oysa, aynı yasalar, bu
çıkarsamaya temel oluşturan gerekçeler arasında sürtünmeyi de sayıyor.
Stevin, aynı deney sınırları içinde hem düzlemi sürtünmesiz kabul edip,
hem de gücünü sürtünme olgusundan alan yasaları nasıl bir arada
kullanabilirdi ki? Mach'a göre, herkesin ayakta alkışladığı bu deney son
derece temel bir yöntem hatası yüzünden geçersiz sayılmalıydı. İç
tutarlılığı yoktu...
Bu
ilk karşı çıkışlarına karşın, Mach'ın, daha sonra kaleme aldığı
çalışmalarında, Stevin'in deneyinden, sanki kusursuzmuş gibi söz ettiğini
görüyoruz. Belli ki Mach sonradan, önceki saldırısının yersiz olduğunu
sonucuna varmıştı...
Sorensen'e göre, Mach, Stevin'in deneyi üzerinde biraz daha
düşünümüş ve sürtünmeye hiçbir biçimde dayanmayan, gücünü termodinamiğin
çok daha temel bir yasasından alan bir geçerlilik bulmuştu. Sorensen'e
göre şöyle düşünülebilir: Düzenek, zincirin dönmesine yol açıyor olsaydı,
zincir gitgide daha da hızlanacaktı. Bu, sistemin enerjisinin de gitgide
arttığını düşünmemizi gerektirir. Termodinamiğin birinci yasasının,
enerjinin hiçlikten var edilemeyeceğini ortaya koyduğu düşünülürse, bu
olanaksızdır. Üstüne üstlük, soruna bu yönünden baktığımızda, sürtünmeyi
yok saymamız deneyde hiçbir iç tutarsızlığa yol açmıyor.
Deneyci kimliğiyle düşünce deneylerine
tutkusu sürekli çatışan Mach, bir başka yerde, Stevin'in deneyini göklere
çıkaran bir göndermede bulunmuştu. Bu örnekten hareketle, düşünce
deneylerinin, gerçek deneylere göre üstün olan yönlerinin de altını
çizerek şöyle demişti: "Stevin'in deneyini gerçek bir düzenekle yapmış
olsaydık, zincirin hareketsizliğini hatalı olarak, düzlemin sürtünmeli
oluşuna da yorabilirdik. Düşünce deneyleri, bizi gözlemi gerçekleştirenin
yapabileceği bu gibi hatalardan uzak tutuyor."
Basit bir zekâ oyununu, düşünce
deneylerinin üstünlüğüne örnek olabilir:Elimizde 8, 5 ve 3 litrelik
üç kap olduğunu varsayalım; 8 litrelik kap tamamen suyla dolu, diğerleri
boş olsun. Bu kaplardan birbirine su aktararak, elimizdeki 8 litre suyu
tam olarak ikiye bölebilir miyiz?
Bu sorunun gerçekten de bizi birkaç adımda sonuca götüren bir
yanıtı var. Gerçek su ve kaplarla sınayıp başarısız olsaydık, kuramsal
çözümümüzden mi, yoksa, başarısız deneyimizden mi kuşkulanacağımız
sorulabilir. Sorensen'e göre, birisi çıkıp da hata yaptığınız bir nokta
gösteremediği sürece kuramsal çözümünüze güvenmeniz daha akıllıcadır. Bu
problemi bir düşünce deneyiymiş gibi ele aldığımızda, kullandığımız kaplar
ve sıvı "idealdir".
Düşünce deneyleri, Albert Einstein'la birlikte altın çağını
yaşadı. Einstein'ın trenleri ve asansörleri, Galileo'nun misket ve
güllesinin tersine hiçbir zaman gerçek deneylermiş gibi anılmadılar. Onun
deneyleri, herkesçe kısa sürede öğrenildi ve benimsendi.
Ünlü asansör deneyini ele alalım.
Einstein, bir asansörün içindeki fizikçinin, yere bir kütle bırakarak ya
da başka herhangi bir yolla, asansörün yukarı doğru sabit ivmeli bir
yolculuk mu yaptığını, ya da, düşey yöndeki bir gezegenin kütleçekiminin
etki altında mı olduğunu anlayamayacağını söylüyor. Sonraları Mach,
Newton'un mutlak uzay ve mutlak hareket açıklamalarını eleştirirken,
Einstein'ın bu düşünce deneyini de kusursuz bir örnek olarak
nitelemişti. Genç
Einstein, düşünce deneylerine güven duymayı, kendi kuşağındaki diğer
fizikçiler gibi, artık yaşlanmaya başlamış olan Mach'dan öğrenmişti.
Sonradan yolları ayrılmış olsa da, Mach ve Einstein birbirlerine hep saygı
ve hayranlık duydular. Mach, yazılarında Einstein'ın göreliliğini
kabullendiğini belli ederken Einstein da, göreliliğin Mach'ın fizik
felsefesinin bir meyvesi olduğu görüşünü hep dile getirdi.
Deneyci akımın düşünce deneylerine
kuşkucu yaklaşımından kendini kurtaramayan Mach'a karşın Einstein, her
zaman kuramı gözleme yeğ tuttu. Mach, deneysel gözlemleri bekliyor
kuramını verilere göre biçimlendiriyordu. Einstein ise deneysel verilerle
hiç ilgilenmiyordu. O, kuramını biçimlendiriyor birilerinin buna uygun
verileri elde etmesinin bir an işi olduğunu biliyordu. "Kuramsal Fiziğin
Yöntemi Üzerine" adlı konuşmasında, "eskilerin düşlediği gibi, katıksız
düşüncenin gerçekliği ele geçirebileceğine" inandığını söylemişti. Fen
bilimlerindeki düşünce deneylerinin yöntembilimine ilişkin çalışmaların,
bu inancın dayanaklarını araştırmaktan ibaret olduğunu söylemek yersiz
olmaz. Kuhn'un dediği gibi: "Bildik verilere dayanan bir düşünce deneyi
nasıl yeni bilgilere ya da doğaya ilişkin yeni bir kavrayışa gebe olabilir
ki?.." Günümüzde, bu
tartışmadaki iki karşıt uç cephenin bayraktarlığını Platoncu usçuluk
ekolünden James Robert Brown ve klasik deneycilik ekolünden John Norton
yapıyor. Norton'a göre, düşünce deneyleri, var olan deneyimlere
temellendirilmiş, tümdengelim ya da tümevarım yöntemleriyle oluşturulmuş
herhangi birer önermedirler. Bunlarda kullanılan, olaya "deneyimsi" bir
atmosfer katan betimleme tarzı, psikolojik açıdan yararlı olsa da, bunun
ötesinde bir anlam taşıyamaz. Brown, bu görüşün aksine, en azından bazı
örnek deneylerde tümüyle yeni bilgilere ulaşmanın mümkün olduğunun
kanıtlandığını savlıyor. Brown, Galileo'nun misket ve gülle düşünce
deneyinin tümüyle yeni bir bilgi sunduğunu örnek olarak
savunuyor. Düşünce
deneylerinin çoğunlukla herhangi bir şeyi kanıtlama savı taşımadıkları,
toplumsal ve insani bilimler alanlarında bu gibi terimbilim tartışmalarına
rastlanmıyor. Bu alanlardaki deneyler daha çok, belli bir tartışmaya boyut
katma amacıyla uydurulmuş, bir sonuca bağlanmayan betimlemelerdir.
Klasikleşmiş bir örnek, kürtaj tartışmalarına boyut katmak için
uydurulmuş, "bilincini yitirmiş kemancı" düşünce deneyi:
Bir sabah uyandığınızda kendinizi
bilincini yitirmiş bir kemancıyla aynı yatakta yan yana buluyorsunuz. Bu
ünlü kemancıyla bedenlerinizi birleştiren hortumları fark ediyorsunuz.
Odadakiler, kemancının ölümcül bir böbrek hastalığına yakalandığını
açıklıyorlar. Uzun bir araştırma sonucunda, kemancıyla metabolizması en
uyumlu kişinin siz olduğunuz saptanmış. Bunun üzerine, sizi habersizce
bayıltıp, dolaşım sistemini temizlemek için böbreklerinizden kemancıya
bağlamışlar. 9 ay sonraki operasyona kadar buna göz yummanız bekleniyor.
Durumu kabullenmeyip bağlantıyı koparacak olursanız, kemancı ölecek. Böyle
bir durumda acaba nasıl davranmalı?
Geçerlik
Koşulları Görüldüğü
gibi, düşünce deneyi doğrudan doğruya belli bir sonucu dayatmıyor. Aynı
deneyi dinleyen iki kişinin tümüyle zıt görüşleri dile getirmeleri tümüyle
olanaklı. Fen bilimlerindeyse durum farklı. Fen Bilimlerinde Düşünce
Deneyleri adlı bir kitabı da olan düşünür Andrew D. Irvine'e göre, düşünce
deneyleri. genel olarak deneyler için geçerli olan belli başlı
özelliklerin, tümünü olmasa da en azından birkaç tanesi sağlaması
bekleniyor. Irvine, sözünü ettiği özelliklerden belli başlılarını
sıralamaya çalışmış.
1) Bir düşünce deneyi, belli bir gözlemsel/kuramsal süreç sonunda
oluşmuş bir hipotezi sınayabilir ya da benzer yoldan elde edilmiş bir dizi
soruyu yanıtlayabilir nitelikte olmalıdır.
2) Düşünce deneyinin içerdiği varsayımların tümü
olmasa da çoğu, bağımsız deneysel gözlemlerce doğrulanmış
olmalıdır. 3)
Düşünce deneyinin gerçekleştiği düşsel koşullar yeterince kesin biçimde
tanımlanmalıdır ki, gerçek deneylerde aranan yinelenebilirlik niteliğini
düşünce sınırları içinde bile olsa sağlayabilsinler.
4) Gerçek deneylerde olduğu gibi
düşünce deneylerinde de bağımlı ve bağımsız değişkenlerin ayırdına
varılabilmeli ki neden ve sonuç ilişkileri sağlıklı biçimde
algılanabilsin. 5) Düşünce deneyinin sonuçları deneyin
arkaplanındaki kurama dayanılarak tartışılabilir olmalıdır. Bu kuramın
bazı boyutlarını destekler ya da ters düşer nitelikte olup olmadıkları
sorgulanabilmelidir ki deneyin çıkış noktasıyla tutarlılığı
tartışılabilsin. Lehigh
Üniversitesi'nden felsefe doktoru Alexander Levine, düşünce deneylerinin
sınıflandırılması için bir model öneriyor. Levine'in Düşünce Deneylerinin
Metodolojisi adlı çalışmasında sınıflandırmada izlediği yöntem, deneyleri,
gerçek deneyimlerimize yakınlıklarına göre sıralamak. Levine'e göre,
geçmiş deneyimlerimizle benzerlik gösteren olaylarla ilgili sezgilerimiz
güvenilir, tümüyle bize yabancı olan düşsel olaylarla ilgi sezgilerimiz
ise güvenilmez sayılıyor. Düşünce deneyleri, işte bu iki uç tip arasında
sıralanabilir. Levine'in örnekleriyle: Birinci tip: "Kaleminin şu anda
masanın sağ tarafında olduğunu görebiliyorum. Şöyle bir düşünce son derece
güvenilir bir düşünce deneyinin başlangıcı olacaktır: Şimdi, kaleminin
masanın sağ tarafında olduğunu düşünelim..."
Levine'e göre ikinci tip: "Kalemimi Afrika
menekşesi saksısındaki toprağa sapladığımı düşünelim... Bu durumda kalemim
hâlâ kalemlikten çıkmış değil. Üstelik, saksı toprağına saplanmış
çubuklarla ilgili yeterli deneyimim de var..."
Levine'e göre, bilimsel düşünce deneylerinin ve
hatta gerçek deneylerin çoğu bu, ikinci tip diye adlandırdığı sınıfa
giriyorlar ve genellikle epey güvenilirler. Levine, üçüncü tip deneylerle
birlikte işin yavaş yavaş çığrından çıkmaya başladığını söylüyor: "Bu
tipteki düşünce deneyleri şuna benzer önermelerle başlarlar: Kendimizi bir
yarasanın yerine koyup bunun nasıl bir duygu olduğunu
düşünelim..." Levine, bu
sınıfa giren düşünce deneyleri fen bilimlerinin sınırlarını zorladığını
söylüyor. Üçüncü tip düşünce deneyleri, daha çok felsefe alanında işlev
gören uslamlamalar. Bunlar, geçmiş deneyimlerimizin kırıntılarını, olası
en uç noktalarda kullanıyorlar. Ama bunlardan da öteye gidenler var...
Levine, bu dünyadaki hiçbir nesneye, hiçbir gerçekliğe benzerlik taşımayan
ve tüm üç tipin dışında kalan örnekleri ex hypothesi (düşünülemez)
terimiyle adlandırıyor. Bu gibi deneyleri kullanarak hiçbir bilgi elde
edilmesi olası değil. Tümüyle düş ürünü evrenlerdeki, tümüyle düş ürünü
canlıların, tümüyle düş ürünü deneyimlerinin kurguladığı ve bunlardan bir
sonuca varılmasının beklendiği deneyler bu türden.
Levine, düşünce deneylerinin güvenilirliğini
geçmiş deneyimlerle örtüşme derecelerine dayandırırken, Jerry Goodenough,
güvenilirliğin gerçekleştirilebilirlikte aranıp aranamayacağını
sorguluyor. Bazı deneyler doğa yasalarına ters düşerler ve teknik açıdan
gerçekleştirilmeleri olanaksızdır. Bazılarıysa, Galileo'nun misket ve
gülle deneyi ya da Stevin'in zincir deneyi gibi kolayca
gerçekleştirilebilir deneylerdir. Ancak, Goodenough'a göre, Einstein'ın
ışık hızında yolculuk deneyi de, gerçekleştirilmezliğine karşın tümüyle
güvenilir. Einstein, bir insanın, bir fotonun üzerine binip ışık hızında
gidecek olsa neler göreceğini sorguluyor. Bu sorunun Maxwell'e dayanılarak
verilebilecek bir yanıtı var. Ancak bu yanıt doğaya o kadar aykırı bir
tablo çiziyor ki, ışık hızında gidilemeyeğini kabullenmek zorunda
kalıyoruz. Bu gibi örneklere dayanarak vardığı sonuca göre, deneyin
gerçekleştirilebilirliği ve güvenilirliği ancak öne sürülen sorunun ne
olduğuna göre belirliyor.
Gerçekleştirilemez oluşuna karşın bilim tarihine katkısı büyük
olan klasikleşmiş bir düşünce deneyi de Evren'in sınırı olup olamayacağını
sorguluyor. Eski Yunan'a ait deneyde, Evrenin sınırına bir mızrak atmış
olsaydık ne olacağı soruluyor. Evrenin bir sonu olduğunu varsayarsak,
mızrak bunu geçip gidememeli. Eğer mızrak bu sınıra saplanır ya da çarpıp
sekerse de, saplandığı ya da çarptığının ne olduğu
sorulabilir... Düşünce
deneylerinin geçerlik ve güvenilirliklerinin farklı düşünürlerce, farklı
tarzlarda, hâlâ tartışılıyor oluşu, bunları geçersiz ya da güvenilmez
kılmıyor. Düşünce deneyleri, fizikteki araştırma yöntemlerinin en
gençlerinden biri olsa da, yüzyılımızın fiziğinin köşe taşlarından birini
çoktandır kapmış durumda.
Araştırmalarda payı gitgide artan bilgisayar simülasyonları da,
geçerlik ve güvenilirlik bakımından, düşünce deneyleriyle koşut biçimde
tartışılmaya başlandı. Simülasyonlar, düşünce deneyleriyle farklı
kulvarlarda koşuyor olsalar da, bazılarınca, insan beyni dışında bir
beyinde gerçekleştirilen düşünce deneyleri olarak
görülüyorlar. Yapay zekâ,
düşünce deneyi tartışmalarına katılan bir diğer yeni ve uç boyut.
Yüzyılımızın yükselen bilim dallarından bilişsel bilim, bilinç ve yapay
zekâ tartışmalarında düşünce deneylerine sıklıkla başvuruyor. Gerçek yapay
zekâ uygulamalarının gelişmesi, gelecekte düşünce deneylerine bakışımızı
da etkileyebilir. Şimdiden gerçeğe dönüşmüş düşler de var. EPR deneyinin geçtiğimiz
yıllarda fiziksel bir deney düzeneğiyle yinelenmesi, en çetrefil
paradoksların bile düşler dünyasından çıkıp yere ayak basmasının olası
olduğunu gösterdi. Kuhn'un deyimiyle, yeni bir "bilimsel devrimin"
eşiğinde olabilir miyiz?..
|